Reel Atatürkçülük(Eleştiri: Güngör Şenkal)

13 Nisan 2007 - Fikret Başkaya

Fikret Başkaya, 2 bölüm ve önsöz hariç 26 alt başlıktan oluşan, 266 sayfalık ″Reel Atatürkçülük″ adlı eseriyle, okurlarına yeni ufuklar açıyor. Kitaba dair Güngör Şenkal''ın yazısı...

“Anlama eyleminden bağımsız bir değiştirme eylemi mümkün değildir.″
Kitabın başlığının ″birinci bölümdeki yazılara″ gönderme yaptığı, ″küresel kapitalizmin ortaya çıkardığı kimi sorunlar veya söz konusu sorunların kimi veçhelerine″ ilişkin yazıların ise ikinci bölümde yer aldığı, kitabın önsözünde yazar tarafından belirtilmiş.

″Bir dönemin tarihini bir tek şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsel-entellektüel tutarlılıkla bağdaşır değildir.″

Başkaya, kitaba adını veren ilk yazısında, Atatürkçülüğün değişik açılardan eleştirisine giriyor. Ayrı şeylermiş gibi algılanıp anlaşılmasına engel olmak için, Kemalizm ile Atatürkçülük arasında bir ayrım olmadığı, bunların sonuçta aynı kişinin adı olduğu konusunda okuyucuyu uyarıyor. Ayrıca, ″ortada iç tutarlılığı ve bütünlüğü olan, bilinen anlamda bir Atatürkizm″ olmadığını da belirtiyor: ″Daha çok uygulamaları sonradan ‘teorileştirme’, ‘adlandırma’ zorlaması söz konusu. Zaten Mustafa Kemal’in Söylev ve demeçleri dışında ideolojik-teorik bir bütünlük oluşturacak, iç tutarlılığı olan teorik değerlendirmeleri mevcut değil. Bu yüzden Atatürkçülükten çok Atatürkçülerden söz etmek daha uygundur.″

Yazıda gördüğümüz önemli notlar şunlar: Atatürk’ün en önemli eseri ‘Büyük Nutuk’ olup, Ekim 1927 yılında M. Kemal’in başkanlığını yaptığı CHP Kurultayında okunmuş siyasi bir metindir. M. Kemal, hiçbir yerde söz etmediği üzere, Samsun’a aslında bir padişah buyruğuyla çıkmıştır. ‘Milli Mücadele’yi, başlattığı iması da doğru değildir. Çünkü, İttihatçılar, çok daha önce başlatmıştır. Türkiye, bu ‘mücadelenin’ sonucunda tam bağımsız olmamıştır. Buna kanıt olarak da, 1951’e kadar ödenen Osmanlı borçları; 1928’e kadar süren gümrük vergilerine dokunamama; 1936 yılına kadar süren T.C. donanmasının boğazlara giriş yasağı vb. sunulmuştur.

Yazara göre; Atatürk’ün ‘antiemperyalist’liği sonradan uydurulmuştur. ‘Cumhuriyet aydınlanması’ bir yakıştırmadır. ‘Atatürk inkilapları’ denen, ‘altı ok’ da, ilke olmakta çok ″yapılanları ilke ilan etmek″tir. Ardından, devletçilik, laiklik, halkçılık gibi ‘ilke’lerin tartışmasına giren yazar, ″Öyleyse reel Atatürkçülük nedir? diye sorduktan sonra, ″Kim güçlüyse, aracın direksiyonunda kim varsa Atatürkçü odur ve onun yorumu ‘gerçek Atatürkçülüktür.’″ diye yanıtlıyor.

T.C.’nin 29 Ekim 1923’te bir hükümet darbesiyle kurulduğunu söyleyen yazar, onun üzerine tartıştırılmadığını, ‘T.C.’nin Niteliği Üzerine’ başlıklı ikinci yazısında belirtiyor. “Rejimi” diyor, ″tartışma konusu yaptırmamanın yolu da, onu tabulaştırmaktan geçiyordu ve tabulaştırdılar... tabu, yasaklayarak korumaktır.″

″Oysa, gerçek anlamda modernite, eski rejimin kalıpları dışına çıkmayı, geleneksel ideolojilerden kopmayı, siyasetin önünü açmayı gerektirir.″

Kapitalizm öncesi sosyal formasyonlarda devletin ‘kutsal’ sayıldığı belirtildikten sonra, kutsal devlet anlayışının Cumhuriyetle daha da pekiştiği vurgulanıyor. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaşın bir öneminin olmayacağı ise, Hrant Dink cinayetinin konu edildiği ″Bir Cinayetin Anatomisi″ başlıklı alt bölümde örneklendirilmiş bulunuyor.

2. Meşrutiyet sonrası, İttihatçıların iktidara geldikleri halde ‘gizli örgüt’ olma özelliğini koruduğunu, bunun bu güne kadar sürdüğünü anlatan Başkaya, ″O dönemden başlayarak ikili yönetim geleneği oluştu. Bu, gerçek iktidar-görünen iktidar ikiliğine dayanan bir yönetim biçimiydi.″ diyor. Sözü edilen ‘gerçek iktidar’ ya da Başkaya’nın diğer bir söylemiyle ‘asıl devlet partisi’, asıl devlet işlerini yürüten, yani asıl iktidar olan kesim, görünürde olanı yalnızca kontrol etmemekte, aynı zamanda biçimlendirip yönlendirmektedir.

Başkaya’ya göre, ″Bu ikili yapı tartışılmadan ne Türkiye’deki rejimin niteliğini, ne de olup-bitenleri anlamak mümkün değildir. Aksi halde, derin devlet türü safsatalarla kafalar bulandırılmaya devam edilecektir.″

″Bütün sorun tarih bilinciyle ilgilidir.″

12 Eylül için yapılan değerlendirmede, darbecilerin daha öncekilerden farklı olarak, yalnızca ‘kurumsal yapının restorasyonuyla’ yetinmeyip, ″Rejimin egemen [resmi] ideolojisi olan Atatürkçülük’ün de Türk-İslâm sentezi denilen, hem egemen ittifakın ve asıl devlet partisinin hem de ‘müttefikimiz’ ABD’nin yeni dönem ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir yorumu″nu da yaptığını söylüyor.

F. Başkaya’nın bu eserinde, son yıllarda ‘laf söyletmeyiz’, ‘elletmeyiz’, ‘böldürtmeyiz’ denilerek adından sıkça söz edilen ‘Misak-ı Millî’ de eleştiri eleğinden geçirilmiş. Buna göre, Misak-ı Millî Beyannamesi, Felah-ı Vatan grubu tarafından meclisin ‘gizli bir oturumunda’, oturuma katılanların ‘oy birliğiyle’ kabul, 17 Şubat 1920’de de ilan edilen, altı maddelik bir metindir.

Ancak, belirsizliklerle yüklü bu maddelerin altısından da ödün verildiğini öğreniyoruz. Asıl adı, ″Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı″ olan, Lozan Barış antlaşması bile bir başına, ‘cumhuriyet’i kuran kadrolar için ‘Misak-ı Millî’nin ‘önemi’ni belirten bir gösterge durumunda.

″Milli mücadele geleneksel hakim sınıfların çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlayan bir hareket, dolayısıyla emekçi kitlelere karşı bir düşman ittifakı.″

1. Bölümün 5. yazısında yazar, ‘ulusal kurtuluş’ mücadelesi ve onun ‘antiemperyalist’liği üzerinde duruyor. Sonuç itibariyle, T.C.’nin kuruluş öncesi dönemi adlandırmakta kullanılan ‘ulusal kurtuluş savaşı’ için, ″Bir ‘ulusal kurtuluş savaşı’, uzun zamandır bir yabancı gücün tahakkümü altında bulunan, varlığı [ekonomisi, kimliği, kültürü, vb.] baskı altına alınmış bir halkın bu durumdan kurtulma mücadelesidir. Bu yüzden emperyalist savaşın tarafı olan Osmanlı Devleti söz konusu olduğunda, ‘kurtuluş savaşı’ kavramı uygun değildir.″ deniliyor.

Bu mücadelenin, aynı zamanda ekonomik-siyasi geri planının verildiği şu soru soruluyor:
″Milli Mücadele, devleti koruyup yaşatmayı amaçlıyordu ve bunun için de emperyalistlere veremeyecekleri taviz yoktu. Emperyalist savaşta Rum ve Ermeni mallarına el koymuş toprak ağaları ve ‘Müslüman’ tüccar taifesinin Osmanlı merkezi bürokrasisiyle ittifakı demek olan Milli Mücadele, anti-emperyalist bir ‘kurtuluş savaşı’ sayılabilir miydi?″ Sonuçta, ″Milli Mücadele anti-emperyalist değil, gerçekten anti-emperyalistlere karşı bir hareket″ olarak değerlendiriliyor.

Bunun beraberinde, allandırılıp pullandırılan Lozan antlaşmasının niteliği de belirtiliyor. Deniyor ki; ″İtilaf devletleri Milli Mücadele hareketiyle uzlaşmak için başlıca üç koşul ileri sürüyorlardı: 1. Anadolu’da Bolşevikliğe izin vermemek, sol muhalefeti, reel ve potansiyel anti-kapitalist, anti-emperyalist odakları tasviye etmek; 2. İslamcılık yapmamak, zira İstanbul’daki Halife Sultan, tüm İslam âleminin halifesiydi ve İngiliz ve Fransız sömürgelerinde geniş bir Müslüman halk yaşıyordu; 3. Emperyalist güçlerin ekonomik çıkarlarına zarar vermemek. Milli Hareketi yönetenler bu üç konuda hiçbir sorun çıkarmamaktan yanaydılar ve çıkarmadılar. İşte Laussanne Antlaşması böylesi bir mutabakatın sonucunda imzalandı.″

Bu anlamda, Lozan da antiemperyalist bir savaşın kazanımı değil, emperyalistlerle uzlaşmanın bir ürünü olarak meydana gelmiş oluyor.

″Bir şeyi mefhum-u muhalifiyle tanımlamak, kafa karıştırmanın etkin bir yöntemidir. Bir şeyi telaffuz etmekten kaçınıyorsanız, kendinden değil de, hayâlî veya meçhul bir karşıtından söz edebilirsiniz.″

Daha önce (1. alt başlıkta) sözü edilen, önce CHP’nin, daha sonra anayasanın ilkelerinden biri olan ‘devletçilik’, 6. yazıda daha kapsamlı bir eleştiriye tabi tutuluyor. Burada ilk belirtilen ise: ″... ‘devletçilik’ diye bir ilke’nin ya da farklı bir sosyo-ekonomik sistemin mümkün olmadığı″dır.

Ayrıca, Kemalistlerin ‘devletçi’ değil, özel sermaye girişimi yanlısı, devletçiliğin ise 1930 sonrası iktisadi zorunluluklardan kaynaklanmış olduğu belirtiliyor. O dönemde yapılan ‘millileştirmeler’de aslında, ″...ilgili üretimin sürdürülmesini [bu arada istihdamın da] sağlar ve özel sektörü değişik artı-değer transferlerinden yararlandırır, ortalama kâr oranlarını yükseltir. Bundan başka eğer millileştirmeler [tazminat ödemeden yapılmak yerine] özel firmaların satın alınması biçiminde oluyorsa, kapitalistler daha verimli işletme ve dallara yeniden yatırabilecekleri bir para sermayeye kavuşurlar.″

‘Neden Resmi Tarih’ başlıklı 7. yazı ise, Kemalizm eleştirisinde önemli bir noktayı oluşturuyor. Resmi tarihin doğuş nedeni şu biçimde çözümleniyor: ″Bir kere Cumhuriyet [zaten gücü ve etkinliği kalmamış Halife Sultan’ın sahneden çekilmesi dışında] hiçbir köklü yenilik içermiyordu. Sadece gaspçıların sömürü, yağma ve talanı güvence altına alınmıştı. Gaspçıların durumu da emekçi çoğunluk aleyhine güvence altına alınabildiğine göre, Kemalist kliğin önderliğindeki bürokrat, toprak ağası, komprador burjuvazi ittifakı, kitlelerin bilincine nüfuz edecek bir egemen ideoloji oluşturamazdı. İşte maddi plandaki bu zaaf, ideoloji dünyasına daha çok yaslanarak telafi edilmeye çalışılınca, ortaya garip bir resmi tarih ve resmi ideoloji versiyonu çıktı.″

Düşmanını daha düne kadar ‘komünizm’ olarak tanımlayan Batı emperyalizmi, Sovyet blokunun çözülüşünün ardından, yeni bir düşman yaratmak durumunda kaldı. Kısa sürede, adına ‘terörizm’ dedikleri ‘ne yerde, ne gökte’ bir düşmanı yaratmakta (uydurmakta) gecikmedi. Ve kendine özgü bütün nitelikleri, bu yeni düşmanını tanımlamakta kullanmaya başladı. ‘Terörizm’ kavramını dillerden düşürmeyenlere, ″Eğer terör tanımında silahsız/savunmasız sivillere zarar verme kriteri varsa, Amerikalıların işledikleri insanlık suçu neden sorun yapılmadı?″ diye soruyor, Başkaya.

Yazıda, ‘terörle mücadele’deki ‘terör’ kavramına da açıklık getirmektedir: ″Asıl terör devlet terörü, asıl teröristte devlettir, zira devlet hem şiddet kullanma tekeline sahiptir, öyle bir hakka sahip yegâne aygıttır, hem de her türlü terörü uygulamak için müthiş bir donanıma sahiptir″ ″...hiçbir gerekçe darbeleri meşrulaştıramaz...″

Birinci bölümün sonunda yer alan, F. Başkaya’nın savunması olan yazıda ’12 Eylül cuntası’ ve ‘Sivas katliamı’nın eleştirisi yapılmaktadır.

12 Eylül darbesinin kendisinin bir suç olduğunu belirten yazar, mahkemeye, ″Neden insanlık suçu işleyenleri değil de beni yargılıyorsunuz? diye soruyor. Darbecilerin suç dosyasını açtıktan sonra, Sivas katliamının da gölgede kalan asıl kısmını açığa çıkarmaya çalışıyor ve şu saptamada bulunuyor: ″Bu toplumun tarihini bilenler, halkın kendiliğinden bu tür aşırılıklara girişmediğini bilirler. Toplumun kültüründe bu tür aşırılıklar yoktur. Devletin özendirmesi, kışkırtması, manipülasyonu, tahriki olmadan yapılmış tek bir katliam örneği de yoktur.″

Bu yazıda gözden kaçmış, küçük ama önemli bir sorun var. Şöyle ki, Madımak otelinde, iki otel görevlisiyle birlikte öldürülen kişi sayısı 35’tir. Saldırganlardan da iki kişi ölmüştür. 37 sayısı, Sivas olaylarında ölenlerin toplamını vermektedir. F. Başkaya’nın, ölen saldırganları da ‘değerli insanımız’ diye anması söz konusu olamayacağından, burada bir yanılgı olduğunu düşünmek yerinde olur.

″Batı üstünlüğü yeni bir durumdur ve sömürgeciliğin ve emperyalizmin sonucudur.″

İkinci bölümün ilk yazısı, ‘Avrupa Merkezcilik’. Burada yazar, Avrupa merkezciliğin tanımını, ″Batı Avrupalıların kendileri ve başkaları hakkında oluşturdukları düşünceler, tasavvurlar, teoriler, yakıştırmalar, hezeyanlar, safsatalar, yalanlar, yok saymalar, tahrifatlar... yığını″ olarak yapmaktadır.

Avrupa merkezli düşünce yapısının aşılabilmesinin yolu ise, ″bilincimizin özgürleştirilmesi″ olarak gösteriliyor.

İkinci yazıda, ‘mülkiyet’ ilişkileri sorgulanmakta, kapitalist üretim biçiminin temeli olan üretim araçlarının özel mülkiyetinin, toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesindeki rolü belirtilmektedir. Bu özelliğiyle, ‘modern tabuların tabusu’ olan mülkiyetin tartışılmayan/tartıştırılmayan kurumların başında geldiği ve onu eleştirme yürekliliği göstermemiz gerektiği vurgulanıyor.

″Kalkınma gibi kavramlara ihtiyaç kalmadığı bir sosyal düzen kurma hedefi insanlığın gündemindedir ve imkânsız da değildir.″

Bundan sonra gelen beş alt bölüm, kapitalist üretim biçiminin doğuşu, işleyişi ve sonuçlarının farklı açılardan eleştirisiyle ilgilidir. Bunu şöyle de açıklayabiliriz: Sömürgeciliğin Kristof Kolomb’dan bu yana 500 yıllık tarihi vardır. Bu tarihi, emperyalizmle eş tutabiliriz. Azgelişmişlik, bunun doğal sonuçlarından biridir: ″... esas itibariyle zorla dayatılmış egemenlik ilişkilerinin, eşitsiz ekonomik-ticari ilişkilerin, tek yönlü kaynak transferinin sonucu olan bir olgu veya süreçtir.″ Kalkınma, emperyalizm tarafından gelişmeleri engellenen ülkelere, yine emperyalizm tarafından gösterilen, ama sistem içinde gerçekleşmesi olanaksız bir hedeftir: ″Kalkınma kavramı esas itibariyle sömürgeciliğin doğrudan biçiminin tasviye sürecine girip, biçimsel-siyasal bağımsızlığın kazanıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrasının kavramıdır.″ Özelleştirme, emperyalizmin yeni adı olan ‘küreselleşme’ ile hız kazanan sistem içi mülkiyet ilişkilerinin konjonktürel eğilimidir: ″Neoliberal saldırının ideolojik ve politik aracı olan özelleştirme, devlete ait işletmelerin ve/veya devlet tarafından yürütülen hizmetlerin [kamu hizmetleri] özel sermayeye devredilmesi [satılması] anlamına geliyor.″

Önerilen sistem içi çözümlerde, yalnızca derinleşerek süren bir azgelişmişlik olgusu... Başkaya bu konuda: ″Kapitalizm koşullarında kalkınma mümkün değildir, zira, söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Ekonomik büyüme de denilen sermayenin büyümesi, insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz ve kaçınılmaz olarak kutuplaştırıcıdır. Yoksulluk yaratmadan zenginlik yaratamaz... Kapitalizm kamuya ait olan zenginliğin özel şahıslar (kapitalistler) tarafından yağmalanmasından başka bir şey değildir.″ diyor.

″İnsanlara bir şeyi kabullendirmenin, onları ikna etmenin, köleleştirmenin yolu, ideolojik egemenlikten geçiyor... siz beyinleri fethettiğiniz zaman vücudu da fethediyorsunuz...″

Sömürgeciler, sömürüyü sürekli kılabilmek (ideolojik egemenlik) için, onu farklı tanım ve uygulamalarla kabul ettirme yoluna gitmiştir. Bu iş de en çok ‘bilim’e, özellikle de ‘sosyal bilimler’e düşmüştür. Buradaki önemli bir saptama, Batı’nın sosyal düşüncesinin, sömürgeciliğin başlangıç döneminden beri ‘ırkçı’ bir karektere sahip olduğudur. ″Kapitalizme özgü sınıfsal/etnik, cinsiyetçi hiyerarşi veya ayrım, uluslararası işbölümü ve uzmanlaşmayla eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Başka türlü söylersek, daha birinci sömürgecilik çağında ırkçı/sömürgeci bir dünya görüşü oluşturuldu. Buna göre Avrupalı ve onun uygarlığı üstündü. Başlarda bu üstünlük dine ve kan temizliğine pureza de la sangre dayandırıldı. Biyolojik ırkçı söylemi meşrulaştırıp kabullendirmek için sosyal biyoloji ve ırk ıslahı safsatası bilim sayıldı. Batı bilimi ırkçılığı meşrulaştırmanın aracıydı... Daha sonra biyolojik ırkçılığın yerini kültürel ırkçılık alacaktı. Yaklaşık beş yüz yıl geriye giden sömürgecilik tarihinde ırkçılık farklı görüntülerde olsa da Batı sosyal düşüncesinin temel bileşeni olmaya devam etti.″

Azgelişmişliğin kapitalizme eşit bir kavram, onun diğer yüzü olduğunu belirten yazar, onun kapitalizmin ‘kutuplaştırıcı’ özelliğinin bir ürünü olduğunu yazıyor: ″Azgelişmişlik durumu, söz konusu ülkelerin fetihler denilen süreç sonucunda doğrudan veya dolaylı egemenlik altına alınmış olmalarının, sömürgeleşmişliğin, ekonomilerinin ve kültürlerinin tahribedilmiş olmasının, tarihsel gelişmelerinin engellenmesinin, dolayısıyla doğal-normal gelişme sürecinin dışına atılmış olmanın, emperyalist metropollerin ihtiyacı doğrultusunda biçimlendirilmelerinin, biçimsizleştirilmelerinin sonucudur.″ Bu çözümlemeden sonra, Batı’nın kendi ürünü olan azgelişmişliğe nasıl baktığını açıklıyor: ″Avrupa-Amerika merkezli egemen düşünce, azgelişmişliği özel bir tarihsel durum olarak görüyor. Bu ülkelerin içine sürüklendikleri durumun sömürgecilik ve emperyalizmden bağımsız bir olgu veya süreç olduğuna insanları inandırma amacı taşıyor.″

″Aslında″ diyor Başkaya, ″savaş sonrası yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde, sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe [ki, bu ulusal kalkınmacılığın geçerli olduğu dönemdi], yeni-sömürgecilikten de yeniden kopradorlaşmaya evrilen bir süreç yaşandı.″

″Kompradorlaşma kavramını, biçimsel bir siyasal bağımsızlığın varlığına rağmen, emperyalist merkezler tarafından yönetilen, biçimlendirilen, biçimsizleştiren, deregülasyon sonucu iğdişleşmiş devlet aygıtına sahip sosyal formasyonları, oralarda geçerli rejimler için kullanıyorum.″ diyen yazar, kavrama yüklediği içeriği belirtmiş oluyor. Bu anlamda da kavramın, kullanıldığı her yerde ‘yarısömürge’ ülke statülerini çağrıştırması gerekmiyor.

Bütün bu politikalarda ″Amaç sermayeyi büyütmektir, sermayeyi büyütmenin yolu da sömürüyü ve mülksüzleşmeyi derinleştirmekten geçiyor.″

″... devletleştirmeler zararın sosyalleştirilmesi [faturanın emekçi sınıflara ödetilmesi], özelleştirmeler de kârın özelleştirilmesidir [yoksulların zenginlere hediyesi anlamında].

Kapitalist sistemin yapısal krizi sonucu ortaya çıkan talep daralması [sistem, ekonomik krizin yükünü emekçi kesimlerin sırtına yıkarak, istemeden de olsa alım gücünü düşürüyor] sonucu yatırıma yönel(e)meyen sermaye, ‘toplu değersizleşme’ eğilimine karşı, bir yandan üretici olmayan, spekülatif yatırımlara yöneliyor, diğer yandan da hazır pazarı olan devlet işletmelerine. ″Dolayısıyla, özelleştirmelerin asıl gerekçesi, sermayeye yeni değerlenme alanları açmak, toplu değersizleşme riskini bertaraf etmekti.″

Eğitim, sağlık gibi kurumlar da bundan payını alıyor. Özel okullar, özel üniversiteler, dershaneler hepsi birer işletme gibi çalışıyor. Bundan dolayı, ″Küreselleşme çağında eğitim bütünüyle kâr etmenin ve insanları köleleştirmenin bir aracına dönüşüyor...″ Eğitimin kalitesi tamamen düşürülerek ″Devlet okulları özel dershanelere müşteri sunan kurumlara dönüşüyor...″ Ancak, ″Okul sistemi esas itibariyle egemenlik üretse de, bilimsel bilginin niteliğinden ötürü, egemen sınıfın ideolojik egemenliği hiçbir zaman tam ve kesin″ olamıyor. ″Öyleyse, özelleştirmelere, neoliberal politikalara karşı çıkmak gerekiyor. Fakat bu karşı çıkışın bir kıymet-i harbiyesi olabilmesi için, bir bütün olarak kapitalizme yönelik eleştiriye eşlik etmesi gerekir...″

Başkaya, sendikaları değerlendirdiği yazısında, ″ücretli kölelik düzeni olana kapitalizm″e karşı işçilerin örgütlenme zorunluluğundan doğan sendikaların, zamanla yozlaştıklarını, ancak yozlaşma sürecinin Türkiye’de farklı bir yol izlediğini belirtiyor. ″Türkiye’de sendikalar mücadele içinde bürokratik yozlaşmaya uğramış örgütler değildir. Genel bir çerçevede, daha baştan birer ‘devlet kurumu’ olarak kurulmuşlardır. Bu nitelikten ötürü bizdeki sendikalar Devletin İdeolojik Aygıtından (DİA) çok, bizzat devlet aygıtının birer parçası gibidirler.″

Yazıda, bürokrasinin genel olarak sakıncaları da belirtilmektedir: ″Zira bürokratik yozlaşmaya uğramış tüm yapılar, son tahlilde burjuva düzeninin, burjuva devletinin zorunlu bileşenleri durumuna gelmekten kurtulamazlar. Bürokrasinin her türlüsü, kaçınılmaz olarak gericidir ve düzenin yeniden üretilmesinin bir aracıdır.″

Yazarın, ‘Yeni Terörle Mücadele Yasası’ hususundaki görüşü, ″Meşru ve haklı olmayan bir şeyin bir kanun konusu haline getirilip yasaklanması, aslında haksızlığın, hukuksuzluğun yasallaştırılmasıdır. Orada yasanın hukuka aykırılığı söz konusu ve bir ilişki tersliği var.″ biçiminde.

Çıkarı, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasından yana olup, kendi ürettiği sorunların sorumlusu olarak ‘geniş’ özgürlüklerin varlığından yakınan, dolayısıyla var olanları da ortadan kaldırmaya çalışan kesimler için de; ″Yasayı hazırlatanların ve hazırlayanların yaklaşımı, ‘haklar ve özgürlükler alanının önemi ve genişliğiyle, şiddet eylemleri arasında doğru yönde bir ilişki olduğu kabulüne dayanıyor’... Böyle bir belirleyicilik ilişkisi ve kesinlik söz konusu değildir ama bunun tersinin doğru olduğunu söyleyebiliriz... Tam tersine, şiddet eylemleri, haklar ve özgürlükler alanının darlığının, yetersizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.″ diyor.

″...hiçbir kültür toptan olumlamayı da, olumsuzlamayı da hak etmez. Sorun insanlığın ürettiği olumlu ne varsa sahip çıkmak ve ileriye taşımakla ilgilidir...″

Georg W. Bush’un, Irak’a saldırının ardından yeni bir haçlı seferinden söz etmesi, Türkiye’de sosyalist solun bir kısmı dahil, bütün dünyada tartışılmaya başlanmıştı. Aslında, yaşananların ne bununla bir ilişkisi ne de benzerliği vardı. Bilinç bulandırmak, yapılanların anlaşılmasının güçleştirilmesiydi istenen. Bush ve suç ortakları, bu hedef şaşırtma söyleminde, kısa süreliğine de olsa başarı kazanmıştı. Kuzey-Güney çatışması da, medeniyetler (kültürler) çatışması söylemi de bu dönemde bolca tekrarlandı. Başkaya, yazılarında bu konuya da değinerek, özetle: ″Sorun, Doğu/Batı, Güney/Kuzey, din ve kültür, medeniyetler veya mezhepler çatışmasıyla değil, kapitalist yayılma, sömürgecilik ve emperyalizmle ilgilidir.″ diyor. Çünkü, ″hegemonya düşmansız, emperyalizm de savaşsız yapamazdı....″

Fikret Başkaya’nın eserleri üzerine

Başkaya’nın eserleri anlaşılabilir bir dille yazılmıştır. Sorunlar, kökenleri ve çözüm önerileriyle birlikte verilmiştir. Ekonominin temel kavramlarına hakim olmayanlar için, bazı konuların anlaşılması güç olabilir. Bunun kolayı, sözlük vb. yardımcı kaynaklar kullanmaktır; ancak, seçici olmak koşuluyla!

Diğer yandan, belli konular üzerinde yoğunlaşan yazarlarda görülebileceği üzere, bazı konu ve kavramlarla sıkça karşılaşılmaktadır. Bu durumu, yazarın kendini tekrar etmesi değil de, okuyucuda bilinç açıklığı sağlayabilmek için, konunun birçok kez ve ayrıntılı olarak anlatılması biçiminde değerlendirmek yerinde olur.

Kitapta işlenen konuların oylumuna bakıldığında, yazarın, konuların bütün ayrıntılarını bir kitapta vermesi beklenemez. Bundan dolayı, yazarın diğer kitapları da okunmalıdır. Bir kitapta özet olarak verilen bir konu, diğer bir kitapta bölüm ya da alt bölüm olarak verilebilmektedir. Başkaya’nın kitaplarını birbirinin açılımı ve/veya tamamlayıcısı olarak okumak yerinde ve gereklidir.

Bugün Türkiye’de bazı olumsuzlukların değişmesini isteyenler, bu isteğin, var olan olumsuzlukların köklü bir eleştirisi yapılmadan olanaklı olamayacağını görmek zorundadır. O halde, F. Başkaya’nın, ″Gelin rejimin niteliğini tartışalım...″ önerisine önem verilmelidir:

″Zira, bu toplumun insanlarının gerçeği bilmeye hakları vardır.″

(*) Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Maki Basın Yayın, 1. Baskı, Şubat 2007, Ankara

SATIN ALIN!